Darbe'demeyenler 1960
Türkiye Cumhuriyeti'nin alnına kara bir leke gibi düşen 27 Mayıs 1960 Darbesi, "ordu göreve" diye yürüyenlerin ilk başarılı provasıydı. Aslında başarı mıydı, yoksa millete giydirilmiş bir deli gömleği mi, orası hâlâ tartışılır. Ama kesin olan bir şey var ki, o gün Türk demokrasisi sarsıldı, milletin iradesi tank paletleriyle ezildi.
Demokrat Parti 1950'de iktidara geldiğinde halk "Yeter, söz milletindir!" diye haykırmıştı. Oysa 10 yıl sonra tank sesleriyle uyanan bir millet, "Yeter, söz askerindir!" demek zorunda kaldı. Genelkurmay Başkanı değil, bir grup albay evet, albay! emir komuta zincirini kırarak yönetime el koydu. Başlarında Kurmay Albay Cemal Madanoğlu vardı. Ama darbenin bildirgesini okuyan, bugünün sağ cenahının önemli isimlerinden biri olan Kurmay Albay Alparslan Türkeş'ti. Türkeş, bildiriyi TRT'nin yerini tutan Ankara Radyosu'ndan duyurdu. Sonrası mı? "Teşekkürler, artık seni istemiyoruz" dediler ve onu darbeden sonra önce Yeni Delhi'ye, sonra da "uzun bir inzivaya" sürdüler. Ayrıca önemli bir detayı daha eklemek isterim 1961 Ağustosundan itibaren Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmemesi için gerçekten ciddi bir gayret içinde olduğu bilinir. Ataşe olduğu Delhi'den yerli ve yabancı makamlara idamları önlemek için çok sayıda mektup yazdığı, Demokrat Partili ailelerle ilk teması da bu mektuplar döneminde olduğu ve 13 Kasım 1960'da hepsi birden yurtdışına sürülen 14'ler kadrosundan bu çabayı gösteren sadece Türkeş'in olduğu dönemin kaynaklarında ve kendi hatıratlarında açıkça belirtir.
Neyse konumuza dönelim, darbeciler bir anda "Demokrasiyi kurtarıyoruz, nerede kara koyun " dediler. Hedefleri, halkın seçtiği Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarıydı. Suçları mı? Özgürlüklerin alanını genişletmek, ezanı aslıyla okutmak, halkla doğrudan temas kurmak ve tabii ki askerin siyasi imtiyazlarına göz dikmek. Düşünün, iktidardasınız ama hâlâ bazılarına göre "misafir hükümet"siniz. Bu nasıl demokrasi?
Darbe sonrası kurulan Yassıada Mahkemeleri ise adeta ortaçağ engizisyonunu andırıyordu. Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Suçlamalar arasında "bebek davası" bile vardı. Hayır, şaka değil. Gerçekten Kıbrıs'ta doğan bir bebeğe altın gönderildiği iddiasıyla yargılandılar. Mahkeme kararlarını veren hâkimler değil, adeta cellat psikolojisiyle hareket eden figüranlardı.
Dönemin basını, darbecilerin dümen suyuna girdi. "Hürriyet geldi!" manşetleri atıldı. Cumhuriyet gazetesi 28 Mayıs'ta "Ordunun şanlı müdahalesiyle demokrasi yeniden doğdu" diye yazdı. Ancak halk, sokakta suskundu. İstanbullu karaborsaya, köylü ise keyfekeder jandarma baskılarına maruz kaldı. Demokrasi değil, ceberrutluk halkın boğazına çökmüştü. 27 Mayıs'ı yapanlar ordu üniforması giymişti, evet. Ama gerçekten asker miydiler? Yoksa Batılı istihbarat örgütlerinin "kalkışma laboratuvarı"ndaki kobaylar mıydılar?
Ve 2016... Bu kez asker kıyafeti giymiş teröristler, millete kurşun sıktı. 1960'da milletin iradesi susturulmuştu; 15 Temmuz'da millet konuştu. Tıpkı Yassıada'da idama gidenlerin sessizliği gibi, köprüde şehit düşen gençlerin sessizliği de tarihe "konuşan bir suskunluk" olarak geçti. 15 Temmuz, 1960'ın utancını milletin kahramanlığıyla yıkadığı bir gündü. Zihniyet aynıydı "Biz daha iyi biliriz, halk bilmez!" Ama roller değişmişti. Eskiden albaylar konuşurdu, sonra generaller, sonra akademisyenler, şimdi ise FETÖ'cü sapkınlar. Ortak özellikleri mi? Milleti hiçe saymak. Demokrasiyi sandıktan değil, seçkinlerden ibaret sanmak.
Yazarın diğer yazıları

Valizli cinayetin perde arkası: Ayşe Tokyaz'ın katilleri tutuklandı!

Bakan Fidan'dan Yoğun Diplomasi trafiği! Suriye için kritik görüşme

LGS lise tercihleri bitti mi, ne zaman bitiyor? LGS tercihleri ne zaman açıklanacak?

Filenin Sultanları| Türkiye - Japonya voleybol maçı ne zaman, saat kaçta ve hangi kanalda?
